(Minghui.org) Son iki yıldır torunuma bakıyorum. Bu süreçte beklemediğim zorluklarla karşılaştım. Yaşadıklarımı uygulayıcılarla paylaşmak istiyorum.
Yol Ayrımındaki Kafa Karışıklığım
Torunum o sene dört yaşındaydı. Şimdiye kadar annesi bakıyordu ve benimle pek fazla teması olmamıştı. Sadece yaramaz olduğunu biliyordum. Oğlum da birkaç kez, “Anne, çocuğa biraz sen bakıver,” demişti, ama her seferinde kaçınmıştım.
Bir gün yine gelip söyledi: Gelinimle birkaç gündür tartıştıklarını, gelinimin “çocuğa bakacak kimse yok” diye dert yandığını anlattı. Gelinim, şehirdeki bir alışveriş merkezinde bir tezgah kiralamış, giyim ürünleri satmaya başlamış. Şimdi de güneyden mal almaya gidecekmiş ve 1 Ekim’de dükkanı açacakmış. O güne sadece on gün kalmış ama çocuk ortada kalacakmış, kim bakacakmış? “İyi de o seninle tartışıyor, maksadı beni ikna etmek değil mi? Birkaç günlüğüne bakarım, ama sonra bir bakıcı bulsanız daha iyi olur. Bugün insanlar bakıcı tutuyor sonuçta,” diye çıkıştım.
Ama torunuma şehirde bakmam gerekiyordu. Büyük torunum dördüncü sınıfa gidiyordu, bu küçük de anaokulundaydı. Gelinim akşam dokuzda dükkanı kapatıp direkt ilçedeki eve dönüyordu. Ben sabah ikisini birden hazırlayıp okula, anaokuluna yerleştiriyordum. Sonra ilçeye dönüp Fa’yı doğrulayan işlerle meşgul oluyordum. Zamanım çok daralıyordu. Üstelik işler umduğum gibi basit de gitmiyordu. Annesinden ayrılan küçük torunum inanılmaz huysuzluk çıkarmaya başlıyordu. Normalde sadece yaramaz diye duymuştum, ama bu kadar yorucu olduğunu düşünmemiştim. Geceleri ağlayarak uyanıyordu, komşular rahatsız olmasın diye kucağımda, sırtımda gezdirip uyutmaya uğraşıyordum. Nihayet sakinleşip dalıyordu, ama bu defa da benim egzersiz saatim gelmiş oluyordu; sık sık egzersiz yaparken gelip bölüyordu, tam olarak bitiremiyordum.
Dedim ki “Bu çocuğa kimse bakamaz, en iyisi ben bakayım.” İçimde “hiç de istemiyorum” düşüncesi olsa da “Ben uygulayıcıyım, ailemizi de bir şekilde gözetmem gerek,” diye düşündüm. Böylece gelinimle anlaştık: Her gün öğleden sonra gelip küçük oğlunu anaokulundan alacaktı, çamaşırını yıkayıp yemeğini yapacaktı, evi temizleyecekti. Akşam altıda ben gelir gelmez o dükkana dönecekti (çünkü dükkanda çalıştırdığı bir elemanı vardı, o da kısa süre yalnız idare edebiliyormuş). Onu her gün iki çocuğu arasında koştururken görünce, önceki isteksizliğim epey yumuşadı.
Büyük torunum pek zahmet çıkarmıyordu; harçlık veriyordum, dışarıdan atıştırıyordu. Küçüğe gelince… Kışın kaloriferler yetersiz yanıyordu, oda soğuk geliyordu; sabah uyanınca bir türlü giyinmiyordu, yorgana iyice sarılıyordu. Ben ne kadar acele edersem o da o kadar mızmızlanıyordu. Zar zor kaldırıyordum, sırtıma atlıyordu, hiç inmek istemiyordu. Anaokuluna yetiştirince hemen koşarak otobüse binmem gerekiyordu ki ilçeye döneyim. Yolda kulaklığımı takıp Shifu’nun derslerini dinliyorum, ilçeye varınca da geride kalmamak için diğer uygulayıcıların deneyim paylaşımlarını okuyordum.
Böylece kış geçip gidiyordu. Otobüs beklerken soğuktan ayaklarımı vura vura ısıtmaya çalışıyordum, şehir içinde de sık sık trafik sıkışıyordu; yol iyice uzuyordu. Günler böyle geçip duruyordu; zihnim de çok yorgundu, sanki bir yol ayrımında kalmıştım, nasıl ilerleyeceğimi, bunun ne zaman biteceğini hiç bilmiyor gibiydim.
Kıskançlık, Öfke, Nefret ve Her Türlü İnsani Duygunun Açığa Çıkması
Anaokulu tatil olunca, çocuğu bana göndermelerini istedim. Hem ben bakardım hem de Dafa çalışmalarımı yürütürdüm.
Torunum geldi, enerjisi tavan yapmıştı. Ona hep şöyle takılıyordum: “Sanki Liu Lao Lao (Çin klasik edebiyatının önemli eserlerinden Kırmızı Köşkün Rüyası isimli romandaki bir karakter) Büyük Manastır’a gelmiş gibi, her şeye meraklı.” Bir orayı kurcalıyor, bir burayı çekiştiriyordu. Klavyeye basıyor, bilgisayardaki ayarlar bozuluyordu. Elleri ayakları yerinde durmuyordu; iki dakika sakin kalsa mesele yoktu ama sürekli oraya buraya atlıyordu. Beni oyun oynamaya zorluyordu. Oysa benim hiç zamanım yoktu. Mecburen bolca oyuncak ve yiyecek alıyordum. Ama bu sefer de ağzıyla yerken eli başka yerde oluyordu, bir anda kucağıma atlıyordu, sonra pencere pervazına çıkıp açtığı pencereden bağırmaya başlıyordu, yüreğimi hoplatıyordu. Bazen sandalyeyi sürükleyip üzerine çıkıyordu; ben bakmazken aniden üstüme atlıyordu, beni sarsıyordu. “Tamam, sabret,” diyordum kendi kendime, “Bu benim sabrımın bir testi mi yoksa huzursuzluğumu mu gidermeye çalışıyorum?” Sabrettikçe o iyice şımarıyordu; boynuma sarılıp saçımı dağıtıyordu, itip kakıyordu.
Bir gün annesi dedi ki: “Saçların niye böyle dağınık?” Bende hemen kızgınlık uyandı: “O senin oğlunun eseri!” Dayanamaz olup çocuğa bağırmaya başladım: “Artık bıktım senden! Hiç böyle çocuk görmedim, resmen mahvediyorsun beni!” O da dilini çıkarıp “Evet seni mahvediyorum, ne yapabilirsin ki?” diye alay ediyordu. Ne yapacağımı şaşırdım, gözlerim doldu, o an ne hissettiğimi bile anlayamadım.
Bir defasında yatakta oturup doğru düşünceler (Fa’yı doğrulama uygulamasında yapılan bir tür meditasyon) gönderirken, bir itişiyle beni yere düşürdü. Ayaklarım bir şekilde zararı engelledi. Düşer düşmez meditasyonum bozuldu, sinirle onu çekip ciddi bir şekilde dövdüm. Sonra annesine “Çocuğu dövdüm, iyice bezdirdi beni,” dedim. Gelinim ona, “Büyüklerine böyle yapmayacaksın,” dedi. O ise yine, “Ben sadece büyükannemi, babaanneyi mahvediyorum,” diye cevap verdi. Ertesi gün sordum: “Neden anneni değil de beni rahatsız ediyorsun?” Güle oynaya “Seni rahatsız edeceğim işte,” dedi. Bu kez kıskançlık, öfke, nefret, kötü düşüncelerim kabardı. Parmak sallayıp “Bir daha aynı şeyi yaparsan görürsün, seni cezalandıracağım, azdın sen!” diyerek tehdit ettim.
Sonra sık sık dövmeye başladım. Mesela öğle uykusu zamanı… Ne kadar kandırsam da yatmıyordu. Biraz kestirse ortalık sessiz olacaktı. “Beni sırtında taşırsan uyurum,” diyordu. Sırtıma alıp dolaştırıyordum; yine uyumuyordu. Atıyordum yatağa, ağlayıp bağırıyordu, yine kendini sırtıma aldırmaya çalışıyordu. Hiç oralı olmuyordum, içimde en ufak bir acıma hissi yoktu. Gelinime de kızıyorum, “Bakamadığın çocuğu niye doğuruyorsun ki?” diye içerliyordum.
Bazen boynumu okşuyordu, seviyor gibi yapıp bir anda sıkmaya başlıyordu. O an öfkeden gözü dönmüş gibi elini ısırıyordum, ama bir zarar veririm diye çok ısırmaya da korkuyordum. Sonrasında düşünüyordum: “Ben nasıl bir büyüğüm ki torunumun elini ısırıyorum, içimde hiç mi merhamet yok?” Bir sıradan insan bile kendi torununa böyle yapamaz; ben ki bir uygulayıcıyım… Bu nasıl bir kalp?
Bir gün bir uygulayıcı geldi, “Çocuğu bu kadar dövme, sadece biraz yaramaz işte. Üstelik biz geldik diye daha çok afacanlık yapıyor. Bu davranışın hangi insani kalpten kaynaklanıyor?” dedi. Ben de “Ne yapayım, sözden anlamıyor, dövmeden durmuyor. Çocuk terbiyesiyle kalbin ne ilgisi var? Derdim onun kötü alışkanlıklarını düzeltmek,” diye kendimi savunmaya başladım. Sonra aklıma oğlumun küçüklüğü geldi; bir düğüne beraber gittiğimizde, orada da hiç uslu durmuyordu. Bir sürü kişinin önünde rezil olmuştum ve stresten ağzımda yara üstüne yara çıkmıştı. Demek ki o zamanlardan beri “çocuğum yaramazsa toplumda rezil olurum” gibi bir düşünce taşıyordum. Bu da gurur, gösteriş ve isim yapma arzularının (insani kalplerin) derinlere kök salmasından başka bir şey değildi.
Bu dönemde torunumu sıkça dövdüm, kalbimde öfke ve nefret artıyordu. Sürekli sinirli ve gergindim, ses tonum yükselmişti. Torunum bile bir gün, “Büyükanne neden hiç gülmüyorsun?” diye sordu. “Sen böyle yaramaz oldukça nasıl güleyim?” diye cevap verdim. Dingin meditasyonda ve uyku zamanlarında iyice bunalıyordum. Kendim de çok üzülüyordum.
Bir gün Zhuan Falun kitabında Dokuzuncu Ders’i okurken,
“Bazı insanlar çocuklarını terbiye ederken bayağı bir gürültü koparıp, kendilerini kaybediyor ve onlara bağırıyorlar. Çocuklarınıza disiplin verirken bu şekilde davranmanız gerekmez -ayrıca gerçekten sinirlenmemelisiniz. Çocukları, akıl ve mantığa uygun bir şekilde eğitmelisiniz, böylece onlara gerçekten iyi bir şekilde öğretebilirsiniz.” (Zhuan Falun, Dokuzuncu Ders)
Dokuzuncu Ders yazan satırlara geldim. Önceleri bu kısma gelince üstünkörü geçerdim, ama bu sefer sanki beni anlatıyor gibiydi. “Demek ki mantıklı bir şekilde eğitmeliymişim,” dedim kendi kendime.
Torunum, Kalbimi Geliştirmeme Yardımcı Oluyor
Pandemi yüzünden anaokulu aylardır kapalıydı, çocuk sürekli benim evdeydi. Benim de ona doğru yolu göstermek gibi bir sorumluluğum vardı. Ama ona karşı “Ben büyüğüm, sen küçüksün, benim dediğim olacak,” şeklinde davranmam acaba doğru muydı? Bir Dafa uygulayıcısının standartlarına göre bu “benliğe” olan takıntı değil miydi? İstediğim gibi davranmadığında, söz geçiremeyince şiddet kullanmaya yöneliyordum. Bu da Çin Komünist Partisi kültüründen gelen “kötüye karşı kötü davranma” yöntemiydi. Böyle yaptıkça sorunu da çözemiyorum, kendim de bitkin düşüyordum.
O halde yöntemi değiştirmeliydim. Bir gün “Cidden çok sıkıldım, büyükanne hiç benimle oynamıyor,” diye sızlanmaya başladı. “İstersen sana film açayım, izler misin?” dedim. Sevinerek kabul etti. Bilgisayardan ‘Seni İçin Geliyorum’ adlı belgeseli açtım. Shifu’nun büyük bir platformda konuştuğu sahneyi görünce “Büyükanne, bu kişi kim? Ne diyor?” diye sordu. “O bizim Shifu’muz,” dedim. “Shifu, ‘Benimle birlikte dünyaya inip canlıları kurtarın.’ diyor.” Bu cümleyi aklında tuttu ve sık sık, “Benimle birlikte dünyaya inip canlıları kurtaralım,” diye yineledi. Ben de “Yanlış söyledin, doğrusu ‘canlıları kurtarın,’” diye düzelttim. Bu olaydan sonra Epoch Times tarafından yayınlanan 20’nin üzerinde belgeseli tekrar tekrar izledi.
Bir gün ciddi ciddi sordu: “Büyükanne, senin yaptığın bu şeyler de insanları kurtarmak için mi?” “Evet,” dedim. “O zaman bir daha senin eşyalarını bozmayacağım. Ben de iyi bir çocuk olup cennete geri dönmek istiyorum,” diye ekledi. “Bak, cennette tanrılar ne kadar kutsal; dünyaya geldiklerinde değişiyorlar, sen ve ben de öyle olduk. Ama biz Shifu’yu dinlersek, ‘Doğruluk, Merhamet, Hoşgörü’ye göre davranırsak tekrar cennete dönebiliriz,” dedim. Sonra ona doğruluk, merhamet, hoşgörünün anlamını anlattım. “O zaman, abim beni dövse bile sabredeceğim,” dedi.
O gün akşam, torunumla birlikte eve dönerken apartman kapısının içinde küçük bir market vardı, oraya koştu. Şeker aldırmak istedi. Bu sırada asansör geldi, ben “Dingding, hadi koş, asansör geldi!” diye seslendim. Koşarak geldi ama birden durup “Büyükanne, demin bana nasıl seslendin? Bir daha söyler misin?” dedi. Aynı şekilde tekrar söyledim. “Ne kadar güzel söyledin, hep böyle söyle, tamam mı?” dedi. “Eskiden nasıl söylüyordum ki?” diye sordum. Hemen gözlerini açıp boynunu dikleştirerek “Dingding, çabuk buraya gel!” diye bağırarak benitaklit etti. O an kalbime bir ağırlık çöktü: Demek ki çocuğun gözünde ben sıradan ve kaba bir insandım; hiç de uygulayıcıya benzemiyordum, merhametten eser yoktu, tamamen Çin Komünist Partisi kültürünün sert, buyurgan bir yansımasıydım.
Çin Komünist Partisi kültürü bilinçaltımıza kadar işlemişti ve bu kötücül şeyler hem başkalarını hem de kendimizi yaralıyordu. Peki ben bunu nasıl kökünden söküp atacaktım? Bu meseleyi düşünürken Shifu’nun Zhuan Falun, Dördüncü Ders’teki sözleri aklıma geldi.
“Karmanın dönüşüm süreci esnasında, her şeyi birbirine karıştıran sıradan insanların aksine, sizler kendinizi kontrol altında tutabilmek için merhametli bir kalbi ve sakin bir zihni korumalısınız.”(Zhuan Falun, Dördüncü Ders)
Shifu bize merhametli ve sakin bir kalp geliştirmemizi öğretiyordu. Oysa Çin Komünist Partisi kültürü tam tersini, öfke, kin ve kötülüğü körüklüyordu. Shifu’nun dediği gibi, merhametli kalple bu zehri etkisiz hâle getirebilirdim.
Önceden çocuğa öyle çok vurup kızdım ki minik kalbinde derin izler bırakmışımdır. Şimdi ondan özür dilemeliyim, diye düşündüm. “Dingding,” dedim, “Seni dövdüğüm için özür dilerim. Artık büyüdün, beş yaşındasın. Sana mantıklı şekilde anlatmam gerekiyordu, benim hatam.” O da “Sorun değil babaanne, asıl ben hatalıyım, hep senin eşyalarını bozuyorum, seni sinirlendiriyorum,” dedi. O an odanın içi tam bir uyum ve huzurla doluydu, hiçbir şiddet unsuru yoktu.
Bazen yine sözümü dinlemediğinde, sadece ciddi bir bakış atıyordum. Dıştan sakin görünüyorum ama içimden “Yine mi uslanmadın?” diye hırçınlık yükseliyordu. Tam o sırada o “Ne oldu, yine mi sinirlendin?” diye soruyordu. Bir süredir sıkça tekrarladığı bir cümleydi bu. Onun o masum halini görünce gülümsüyorum ve hemen kendi içime bakıp öfke tohumunu temizlemeye çalışıyorum. Akşam yatmadan önce, “Bugün yine sana kızacaktım, lütfen beni uyar olur mu?” diyordum. “Tamam babaanne, sorun yok, bu kalbinden kurtulman gerek,” diye cevaplıyordu. O anda çocuğun yaptığının aslında beni tamamlamak olduğu kafama dank ediyordu, amaç benim yetersiz sabrımı görmemi sağlamaktı. Ben ise onu sürekli “düzensiz, yaramaz” biri olarak görüyordum. Halbuki o, benim kalbimi parlatmama yardım ediyordu.
Gerçekten de Shifu’nun izni olmadan hiçbir şeyin tesadüfen yaşanmayacağını biliyoruz. Bu durum da sadece bana ait bir sınavdı, bir xinxing (kalp/karakter) testiydi. Fakat ben onu bir yük gibi gördüm, uygulama yolumu aksatan bir ayak bağı gibi algıladım ve şikayet ettim.
Shifu’ya ve Fa’ya Olan İnanç Mucizeler Yaratıyor
Dingding sık sık “Falun Dafa İyi! Doğruluk-Merhamet-Hoşgörü İyi!” diye tekrarlıyordu. Ben Fa’yı okurken kendisinin de dinlemesi için sesli okumamı istiyordu. Bazen oyuna dalmışsa içimden okuduğumda “Neden ses çıkmıyor artık?” diye hemen fark ediyordu. Uyumadan önce Shifu’nun derslerini dinletiyordum. İlk başta “Shifu ne anlatıyor, anlamıyorum,” diye itiraz ediyordu. “Yavaş yavaş anlayacaksın, sakin dinle yeter,” diyerek cesaret veriyordum. Bir gün, “Babaanne, Shifu Dafa’yı yarattı, Dafa da evreni oluşturdu, değil mi?” diye sordu. “Evet,” dedim. “O zaman Shifu gerçekten çok güçlüymüş,” diye ekledi. Ben de Shifu’nun her şeye gücü yettiğini, Fa’nın aktarıldığı ilk dönemlerdeki olağanüstü olayları anlattım. Bu konular Dingding’in kalbine Shifu’nun en yüce varlık olduğu fikrini iyice yerleştirdi.
Bir gün, onların evinden dönerken elimde torbalar vardı. Büyük kamyonların park ettiği bir alandan geçiyorduk. Kısa bir mola verip eşyaları yere bıraktım. O anda Dingding “Babaanne çabuk, kamyon geliyor!” diye bağırdı. Hemen çocuğu ve torbaları çekip yana kaçtım. Bir baktım kocaman, 10 metreden uzun bir kamyon neredeyse dibimize gelmiş, hiç ses çıkarmamış. Şoför de bizi görünce aniden fren yapıp “Ben nereden bileyim orada olduğunuzu, ayna kör noktasında kalmışsınız!” diye bağırdı. Ben de “Sorun yok, canınızı sıkmayın,” diye sakinleştirdim. Dingding “Bizi Shifu kurtardı,” dedi. Ben de “Evet, Shifu her an bizi koruyor, biz de O’nu dinlemeliyiz,” dedim.
Geçen sonbaharda bir sabah gelinim aradı: “Gece Dingding ateşlendi, lütfen doktora götür.” Onu mahalle arasındaki bir kliniğe götürdüm. Doktor, “38.5 derece altında müdahale etmem, önce gözlemleyin,” dedi. Öğlene doğru çocuk başının çok ağrıdığını söyledi. Ateşini ölçtüm, 38.3 idi. Hemen yine kliniğe gittik. “Şimdi ateşi 38.3, lütfen fitil uygulayın,” dedim. Doktor bir ateş ölçerle baktı, kaşları çatıldı. “Kaç dereceymiş?” diye sordum. Birden bana çıkışarak “39.8 derece! Nasıl bu kadar beklediniz?!” diye azarladı. “Siz 38.5 olunca gelin dediniz, ben de 38.3 olunca hemen geldim. Daha 10 dakika önce ölçtüm, nasıl 39.8’e fırladı?” dedim. “Ben burada fitil uygulayamam, sebebi bilinmiyor, hastaneye gitmeniz lazım. Hem bu kadar yüksek ateşle, artık ateşli hastalık polikliniğine (pandemi sebebiyle) gitmeniz de gerekebilir. Karar verin yoksa çocuğunuz havale geçirecek!” dedi. “Hiçbir yere gitmiyoruz, eve dönüyoruz. Bana iki tane ateş düşürücü fitil verin,” dedim kararlı şekilde. Doktor, bir fitili çocuğun makatından uyguladı, sonra diğerini bize verdi. Çocuğu alıp eve döndüm, biraz su içirdim ve üzerine kalın bir battaniye örttüm. “Hadi beraber ‘Falun Dafa iyi, Doğruluk-Merhamet-Hoşgörü iyi’ diye tekrar edelim,” dedim. İkimiz de durmadan bu cümleleri söyledik.
Torunum uyuyakaldı. Bir süre sonra rahat nefes aldığını fark ettim. Yarım saat geçmeden yüzündeki ateş kızarıklığı azaldı, alnı normale döndü, terlemişti. Tekrar ölçtüm, 38 derece civarıydı. Büyük bir rahatlama hissettim. Defalarca Shifu’ya teşekkür ettim. Bir saat sonra çocuk uyandı, ateşi tamamen düşmüştü. “Babaanne, artık başım ağrımıyor,” dedi. “Shifu seni kurtardı,” diye cevap verdim. Akşam annesi gelince Dingding sapasağlamdı, sanki hiç ateşlenmemiş gibiydi.
Bu yılın ilk ayında bir gün, öğlen saati olmuş ama torunumu getirmemişlerdi. Demek ki bugün annesi izinliydi, ben de dışarı çıkabilecektim. Telefon edip bir haber vereyim dedim, Dingding’in ağladığını duydum. Gelinim “Duvara çarptı, kulak kemiği zarar gördü diye ağlıyor,” dedi. Çocuk telefonu alıp “Babaanne kulaklarım çok ağrıyor!” diye hıçkırdı. “Hemen geliyorum!” dedim.
Beni görünce boynuma atladı, “Çok ağrıyor babaanne,” diyerek kulak memesini gösterdi, kıpkırmızıydı. Kucağıma aldım, kulağına eğilip “Artık ağlama, beraber ‘Falun Dafa iyi’ diyelim,” diye fısıldadım. (Çünkü annesi çocuk anaokulda ağzından kaçırır diye bunları ona anlatmamı pek istemiyordu.) Onu sırtıma aldım, içimden sürekli “Falun Dafa iyi” diye tekrarladım. Belki on dakika geçmedi, “Artık ağrımıyor!” diye sevindi, zıp zıp zıpladı. Annesi işi çıkınca babasını çağırdı, “Hemen hastaneye gidin,” diye ısrar etti ama babası baktı, kızarıklık bile kalmamıştı. Ben de ona “Senin çocuğunu Dafa iyileştirdi,” dedim. Ayrıca daha önce ateşlendiğinde de aynı şeyi söylediğimi ekledim. “Eğer siz olsaydınız hastaneye koşardınız, çok korkardınız,” dedim. Oğlum da “Anne, sen olmasan çocuk kim bilir nasıl olurdu… Ayrıca çok kibar oldu, ne kadar uğraştın, sağ ol,” diye takdir etti.
Ben Uygulamamı Yaparken, Torunum da Kendince Uygulama Yapıyor
Son zamanlarda Dingding bazen iki elini yanaklarına dayayıp öylece sessiz sessiz duruyordu. “Ne düşünüyorsun bakayım?” deyince “Hatalarımı gözden geçiriyorum, niye hep yanlış yapıyorum,” diyordu. Evet, her hata yaptığında bir yerini çarpıyor veya küçük bir kaza geçiriyordu. Yani kendi çapında “ceza” aldığını seziyordu. “Çok canın acıyor mu?” diye soruyordum. “Acıyor ama dayanıyorum,” diyordu.
Bir gün yazı ödevini yaparken oyuna daldı, bir saat oldu ve bitiremedi. Benim sabırsızlığım, öfkem, nefretim yine kabardı. Dayanamayıp “Yine mi hata yapıyorsun, benim ne kadar vaktimi harcıyorsun farkında mısın? Aslında ben bu zamanda Fa çalışmalıydım,” diye söylendim. Elimi kaldıracak gibi oldum, o korkup masanın altına kaçtı. Hemen kendimi durdurdum: “Bu kötü unsurlara (öfke, şiddet vs.) izin veremem,” diye içten içe alanımı temizledim. Onu kolundan tutup çekerek “Hadi yaz, dövmeyeceğim seni,” dedim. O da “Benimle güzel konuş, her şeyi yaparım,” diye cevap verdi. “Haklısın, büyükanne yine yanlış yaptı, tamam,” dedim. İki dakikada ödevini bitirdi.
Bu ilkbahar çok soğuktu. Apartmanın altındaki bakkalda ısınmak için oyalandık, torunum şeker istedi, dişleri çürük olduğu için vermek istemedim. Ama o gizlice bir tane alıp cebine koymuş. Akşam evde televizyon izlerken yüzünü tutuyordu, “Dişin mi ağrıyor?” diye sordum, inkar etti. Akşam 21.30 sularında annesi işten çıkıyordu ama “Bu sefer geç oldu, çocukla ben çıkayım,” diye düşündüm. Evden çıkar çıkmaz “Babaanne, bir hata yaptım, sana söylemek istiyorum. Sabah bakkaldan izinsiz şeker aldım. Sen almama izin vermemiştin, canım çok çekti. Kendimi tutamadım,” diye itiraf etti. “Şimdi dişin ağrıyor, değil mi?” dedim. “Evet, dayanmaya çalışıyorum,” dedi. “Demek ağrımaya başlayınca itiraf ediyorsun, öyle mi?” dedim. “Evet, beni döversin diye korktum. Pişmanım, bir daha asla yapmayacağım,” dedi. “Sadece bana değil, aslında Shifu’ya karşı da yanlış yaptın. Shifu senin iyi bir çocuk olmanı istiyor ve hep seni koruyor,” dedim. Eve gidene kadar defalarca “Çok özür dilerim babaanne,” diye tekrarladı. Onun çok üzüldüğünü görünce, “Hatasını anlayıp bir daha yapmayan çocuk iyidir. Yarın gider parasını veririz. Aslında seni iyi yönlendiremediğim için benim de suçum var,” dedim.
Eve varınca ben daha paltoyu asarken onun fısıltılarla konuştuğunu duydum. Döndüm baktım, Shifu’nun fotoğrafı önünde diz çökmüş pişmanlığını dile getiriyordu. Yanaklarımdan yaşlar döküldü; yolda anlatmıştı, yine de yüreğindeki üzüntüyü atamamış, Shifu’ya da anlatma ihtiyacı hissetmişti. Ben kendimi onun kadar samimi ve saf hissetmiyorum.
Bir defasında Dingding “Yeni Yıl” isimli gerçeği anlatan bir videoyu izlemek istedi. Falun Gong uygulayıcısı Shen Yu’nun yılbaşı gecesi eve dönüş sahnesini görünce gözyaşlarımı tutamadım. Dingding “Babaanne sen ağlıyor musun?” diye sordu. Ben de sessizce gözyaşlarımı sildim. Normalde bu tür sahnelerde pek ağlamazdım, sözde “Duygulardan arınmış olmak lazım,” diye düşünürdüm. Meğer içimde çok az bir gerçek merhamet varmış. Sürekli öfke, kin, benlik, kıskançlık, nefret… Hep bunları taşıyormuşum. Şefkatli yanım hiç görünmüyormuş. Oysa bunlar Çin Komünist Partisi kültürünün çarpıttığı “sahte benliklerdi”. O yüzden bunları tamamen yok etmem gerekiyor.
Sonuç olarak tüm bu yaşadıklarımı Shifu’nun korumasına borçluyum. Shifu’nun yol göstermesi olmasa, bunca karmaşanın içinden çıkamazdım. Shifu’ya en derin saygılarımla teşekkür ediyorum.
Telif Hakkı © 2025 Minghui.org'a aittir. Her hakkı saklıdır.
Kategori: Kendini Geliştirme